“Ben Kimim?”

«Ben kimim?» diye sormak, «ölüm nedir?» diye sormakla birdir… «Ben»… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..

«Ben kimim?» ve «ölüm nedir?» sorusunun bitişikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs murakabesi… Hayat ve ölüm… Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malûm veya malûm bir meçhul… Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!.. (1)

«Her insan, kendi özelliği içinde değerlendirilmelidir; onun, yaratılışının yanı sıra eski çevresi, eğitim fırsatları ve şimdi içinde bulunduğu basamaklar hesaba katılmalıdır!» diyen Goethe, bir bakıma «hayat hikâyesi» anlatmanın sebebini de çerçeveliyor!.. (2)

«Kişi, kendini bildiğince Rabbini bildi» ölçüsü, «ben kimim?» ıstırabımın hakikatini gösterir… «Tilki Günlüğü»nün de!.. (3)

“Doğum, İsim ve Asîl Kökleri”

Doğduğum tarih: 9 Mayıs’ın 10 Mayıs’a bağlandığı saatler… Gün: Salı-Çarşamba… Saat: 0.22. Mekân: Erzincan… Arzın canı!.. (4)

24 Mayıs 1950… Adımın konulduğu gün!.. (5)

İsmim, Salih İzzet… Soyadım, eğreti soyadım: Erdiş… İsmim bir yana, Cumhuriyet zorlaması Erdiş, bana çocukluğumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim… Babamın soyadı başka, İzzet Bey’in diğer hanımlarından olan kardeşlerininki başka, İzzet Bey’in kardeşleri ve amcalarınınki başka… Soysuz ve kelimenin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eşitlemek için tuttuğu bir yoldur Soyadı kanunu… Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur… Olur da, şu soyadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana şu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiş, aynı aileden gelenler darmadağın edilmiş, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düşmüş!..

Erdiş… Ne kadar yavan… Acaba ne demek ola?.. Asker dişi mi?… Lügat tiryakiliğim içinde, elbette buna da baktım… Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un… Bu takdirde Erdiş, öfkeli mi demek?..

İzzet, ne kadar güzel isim… Ya Salih?.. O, bambaşka güzel!.. Asıl ismim olmaktan başka, Üstadım’ın liyakat nişânı gibi biçtiği!..

Salih, çoğu insanda kullanılmayan ve hattâ kendisinin de bir çırpıda hatırlıyamadığı göbek adı gibi değil, benim has ismimdir. Nüfus kâğıdımda da böyle… Bütün ilkokul arkadaşlarım, beni bu isimle tanırdı… Necip Fazıl’ın, evde “Fazıl Bey” olması gibi, benimki de İzzet’te karar… Sonra Gölge dergisi… Bir yandan yazmam, bir yandan para işini halletmem, bir yandan Yazı işleri müdürlüğünü yapmam… Herbirini diğerinden gizlemek gereken şartlarda, yazımı önce isimsiz vermeye karar verdim… Fakat ilk sayıda büyük yankı uyanınca, Yalçın Turgut isimsiz olmasının biçimsizliğini öne sürerek Salih Erdiş diye isim koymamı teklif etti!..

Karşımda bomboş bir ahmak, beni bunaltıyor… Kırmak istemiyorum… Gayet pişkin bir edada ne dese iyi:

– “Sende nefsî, benlik hâli var!”

Adam kendini kılıcın üstüne atıyorsa, suç benim değil… Aldı haddini bulması için gerekeni:

– “Benim nefsî davranmadığım şuradan belli ki, senin gibi bir adama lâf anlatmaya çalışıyorum!”

Diyeceğim şu: Hayatım boyunca, belki bin kere ölümü tercih edeceğim şeylere, dava aşkına katlandım… Eğer gurursa, gururum kabul etmezdi ağız kokusunu… Nefs, kâfir… Bizans İmparatoru, makamı terk ile İslam aşkına Yenicami önünde mendil açma durumunu tercih ederse ne buyrulur?.. Kendi eliyle İslâm uğruna dünyayı kendine zından eden er kimse, beri gelsin!..

Kendi kendimden kurtulur ve yerli yerine oturur gibi, Salih Mirzabeyoğlu… Davamın gurur ve şuurunu temsil eden bu isim, öbür ismimi günlük sıradan işlerde kullansın; bu işin öz plânındaki kıymet şerefi yeter ona! (6)

1975, GÖLGE dergisinin çıkışı ve “Mirzabeyoğlu” soyadını alışım… (7)

Doğum yerim Erzincan… Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son ânda mezardan dönen insanım!..

Birbuçuk-iki yaşımda imişim… Müthiş bir ishale yakalanıyorum… Başkalarının nazarında ölüyorum…

Tıbbın veya halkın o günkü anlayışına göre, bugüne göre tam ters bir usul uygulanıyor ve ishali kesmek için sıvı hiçbir şey verilmiyor… O yaşta da zaten gıdanın ehemmiyetli cinsi bu soydan… Neticede eriyip bitiyorum… Öldü veya son demlerini yaşıyor diye, benim mezar yerim hazırlanıyor… Gelenler arasında, Alâattin Paşalar sülâlesinden Nevzat amca da var… Bir ara bakıyor ki, ben bebekin dudağında belli belirsiz bir kıpırtı… “Bu daha yaşıyor!” diyor ve ekliyor:

– “Ekmek getirin, bari ölecekse tok ölsün!”

İhtimâl fırdalardan başlayan gıda alışım, kısa sürede gözümü açmamı sağlıyor ve tam yarım ekmek yiyorum… İshâlden değil de, açlıktan ölecekmişim!..

Yaşıyorum… Ruhumun şifasını, mânâda yedikçe acıkan bir açlık yolunda arayarak… “İşan” buyurdukları “Onların” ölmeden önce ölme sırrına can koymuş ve gerçek hayatın bu soydan ölüm olduğuna inanmış olarak!.. (8)

Muhammed Şerif… Babamın ismi böyle koyuluyor… Hikâyesi de şu: Said-i Nursi Hazretlerinin kucağında, onun okuduğu ezan ve kulağına bu ismi seslenmesinden, yani ismi konulduktan sonra, iş nüfus memuru safhasına geldiğinde, o zamanın şartları icabı nufus memuru bu ismin verilemeyeceğini, yasak olduğunu söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak değiştiriyor… “Kafakâğıdı”nda: Muammer Şerif… Künyesi “Salih Bin Muhammed” olan ben de, kaderin bir cilvesi olarak bundan payımı alıyorum: Salih Bin Muammer Şerif. (9)

Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu… Büyük sahabî, «Seyf-ül İslâm-İslâmın kılıcı» lâkablı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere… Oradan gelen bir kolun yataklandığı yerdir Muş!..

Malik, melik, mirzâ!..

Muş… Bâtın nisbeti içinde tasarruf altında bulunmam… Davada tasarruf hakkım… Hususen yetiştirilmem… Fikir ve davada arkadaşlarımı yetiştirici olmam… Muş ve bunlar?

Nereden, nereye, nasıl gelmişim?.. Hayatıma göz attığım her seferinde dilime, İslâm büyüklerinden birine ait şu şiir gelir:

– «Nakşibendiler ne büyük bir kafiledirler. – Gizli yolla kâfileyi maksada sürerler.» (10)

Baba soyum, «Allah’ın çekilmiş kılıcı» diye anılan, büyük sahabi Halid bin Velid Hazretlerine dayanır… Mûsâ deyince… Efsanevî bir yiğitlik şahsiyeti olan, dedem İzzet Bey’in babası ve Mirza Bey’in oğlu Mûsâ Bey… «Bey», şimdilerde parası olana, kravat takana ve burjuva takımının nezaketle hitabedilmek istenenine deniyor ya, bunlarınki öyle değil… Onlar, mirler!..

Mûsâ Bey, Mustafa Kemâl’in Üstadım’ın bahsettiği hatıratında ve Nutuk’ta bahsi geçen, pek sevmediği biridir… Nutuk’ta, bir nevi gıyabında ukdesini konuşturur.

Hiç kimsenin kanun himâyesinde olamayacağı zamanda, gerçek tarih konuşur ve Mûsâ Bey gibi, oğlu İzzet Bey’in efsanevî şahsiyeti de görünür!..

Mûsâ Bey, Abdülhamid Han Hazretlerinin takdir ve güvenine mazhar olmuş bir zât… (11)

25 Mart 1926-(…)

Bu tarih, dedem İzzet Bey’in, yanındakilerle beraber Kösor dağlarındaki çatışmada, 100’den fazla –sözlü tarihe nazaran 125- Kemalist rejim neferini telef ettikten sonra öldürüldüğü tarihtir… İşin evvelini, her devirde o devirin kavallığını yapmak üzere türeyen tiplerden bir örnek hâlinde, M. Şerif Fırat’tan verelim:

– “14 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Sait isyanı adındaki bu irticaî hareket, 15 Mayıs 1925 günü sona ermiş, Zaza ve Kurmanço şubesine bağlı bütün aşiret şeyh ve ağalarının idamları, Babakürdî şubesine mensup aşiretler üzerinde derin tesirler meydana getirmiş, bunlar da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çeteler teşkil etmişlerdi. Bunlardan ilk önce Muş dağlarında oturan Huytu aşiret reisi Hacı Musa’nın kardeşi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, Muş dağlarında bulunan Şigo, Huytu aşiretlerini harekete geçirmişti. Osman Paşa bu hareketi bastırmak için 19 Haziran 1925’de Varto’da binbaşı Tahsin Beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi fırkasıyla Muş vilâyet merkezine gitmiş, 34’üncü alay komutanı Talât Beyle birinci tabur komutanı binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine tahrik etmiş, askerî birliklerimizi bu dağlardaki kabile başlarını hükümete dehalete getirmiş, Nuh Beyle Hacı Musa oğlu İzzet Beyi yüz atlı ile Sason üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doğru kaçırmışlardı. Nuh ve İzzet, Hizan, Garzan, Beşiri, Sason havalisinde gezerek, buradaki aşiret ağa ve şeyhlerine hükümetin kendilerini keseceğini ileri sürmüş, buna misâl olarak Şeyh Sait’le arkadaşlarının asılmasını göstererek cahil halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaffak olmuşlardı. (…) İkinci isyan faslı da bu suretle sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül ayında garnizonlarına dönerek, Doğu illerinde kalan şakî çeteleriyle Nuh ve İzzet’in takibine seyyar jandarma birlikleri çıkarılmıştı.”

İşin içyüzü şudur: Şu ânda ANAP milletvekili, Devlet Bakanlığı yapmış ve uzun yıllar Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nda üst seviyede görevler almış olan Kâmuran İnan’ın babası Şeyh Selâhaddin’in bir meseleden dolayı hükümetle arası bozulmuş, söylentiye göre 40 ile 100 arasındaki aile efradı ve adamlarıyla birlikte İzzet Bey’e sığınmıştır. İzzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, büyük kazanlarla yapılan yemek ve adedini kestiremediği yatak sayısı dekoru içinde, kalabalık atlı grubu olarak gelmiş sığınmacıları tasvir ederdi. Şeyh Selâhaddin ve adamları, İzzet Bey’in yanında (1) seneye yakın kalıyorlar… Bu arada Musa Bey Şeyh Selâhaddin’in affı için Mustafa Kemâl’e mektup yazıyor… O da borcunu ödüyor ve Şeyh Selâhaddin işin içinden sıyrılıyor. Daha önce İzzet Bey’den onun teslimini isteyen hükümet, “ben evime sığınmış olanı vermem, o benim misafirimdir!” diyen İzzet Bey’le limonîleşmiştir. Ardından gelişen hadiseler boyunca, İzzet Bey’le hükümetin arası açılır… Nuh ve İzzet Bey, Diyarbakır-Siirt arasında yanlarındaki bir avuç adamla Irak’a geçmek üzere niyetlenirlerken, Şeyh Selâhaddin kendilerini saklayacak roldedir ve bir tek o yerlerini bilmektedir. Yiyecek ikmâli yapacak olma vazifesini üstlenmiş edâda, onları bir dere yatağına sokuyor… O gece, daha önce Şeyh Selahattin’le birlikte İzzet Bey’e sığınanlardan bir adam, nankörlük ve hainliği kendisine yediremeyerek dereye geliyor:

– “Şeyh Selâhattin sizi burada oyalıyor, hükümete teslim edecek!”

Bunun üzerine zaten Şeyh Selâhattin’e güvenmeyen Nuh Bey’le İzzet bey arasında tartışma çıkıyor… İzzet Bey, “Şeyh Selâhattin bana bunu yapmaz!” diye onun vefa borcu sadakatine güveniyle, haber getiren adamı haşlıyor… Bu hadiseden sonra Nuh Bey Irak’a geçiyor… İzzet Bey, Sıddık, Süleyman, Derviş Bey, Ali Bey, Ali Bey’in oğlu Ahmet ve Devaz isimli bir adamıyla beraber… İran’a geçme niyetindeler… Nuh Bey’in ayrılmasından sonra, haber veren adamın söylediğinin doğru çıkması ve askerin gelmesi… Kuşatmanın yarılması… Şu, bu… Netice’de Kösor dağlarındaki çatışmada İzzet Bey, Sıddık Süleyman ve Devaz öldürülür ve başları kesilerek Muş’a getirilir.

Mağara, dar yollar diye tasvir edilen bir mekân… Süleyman, daha önce bir meseleden dolayı silâhı İzzet Bey tarafından alınmış, fakat “dar zamanında Beyini terketti!” demesinler gururuyla onun yanından ayrılmayı bu badireden çıkma vâdesine ertelemiş ve peşine düşmüş bir adam… Ve çatışma boyunca silâhı kendisine verilmemiş… İzzet Bey’in vurulmasından sonra silâhını alıyor ve onun başucunda çatışmayı sürdürerek vuruluyor… Derviş Bey, nişancılıkta nam salmış biri… Kurşunu bitince yakalanıyor… Kendisine bir kıvırma payı gibi, “sen hiç nefer öldürdün mü?” diye sorulunca, “çok!” diyor; “gidin bakın, alnından kim vurulduysa benimdir!”… Ali Bey ve Ali Bey’in oğlu Ahmet, bir köşeye sinmiş, “biz onlarla beraber değildik, rızamız dışı getirildik!” hilesiyle, hiç kurşun atmıyorlar ve Derviş Bey’de, “benim en önce sizleri vurmam gerekirdi!” pişmanlığı… Neticede onlar da kelleyi kurtarmıyor ve kurşunlanıyorlar.

Muş’a getirilen kesik başlar… Kürt şövenistlerinin başucu eserlerinden, Kürt şairi Ciğerhun’un yazdığı “Şer Şere Cı Nere- Aslan Aslandır Ha Erkek Ha Dişi” isimli destana mevzu sahne: Musa Bey’in kızkardeşi Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir… Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır… Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeşimin oğludur!”… Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”… Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!” Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der… Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı eda ile çıkar gider!..

Gülnaz Hanım’ın oğlu Sıddık… İzzet Bey’in, “Hizanlı Şeyh Selâhaddin” diye tanınan Şeyh Selâhaddin’e uğradığı yer, Bitlis’e bağlı Hizan Kazası veya Köyü… İzzet Bey oradan ayrıldıktan sonra Muş ovasından Kösor’a gidiyor, oradan Ahlat’ın Kers Köyü’ne… Kösor’un Nurhak deresindeki çarpışmada, İzzet Bey’in yanındaki iki ağır yaralı kalıyor, gerisi kuşatmayı yarıp geçiyor… Kers’e geçerken, nokta!.. (12)

Bizim aile, babaannem, babam ve halam, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün geliyorlar… Şanlı Hamidiye Paşa’nın kızı ve namlı İzzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, yani babaannem, biri bir diğeri üç yaşındaki iki çocuğu ve sürgüne yollanan diğer yakınları ile Konya’da… Basiretli ve hakim tarafıyla, çevresindeki kadın ve çocukların, onun tedbirine bakan bir yanı var!.. (13)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

@templatesyard