Bir gerillanin KO SPI üzerine Alinti bir yazisi

Gerilla Anı

Mevzi’nin yanındaki ağaca sırtını yaslamış, Deştê Amman’dan kıvrıla kıvrıla akıp gelen Murat suyunu ve onun diğer yüzündeki Kara Ömer dağlarını seyrediyordu. Ne kadar yüksek, ne kadar muhteşemdi o dağlar. Söylentiye göre eskiden koyu bir ormanla kaplıymış her yeri. Oysa şimdi birkaç ziyaret ağacının dışında tepelerin üstü çırılçıplak, ağaçsızdı. Ama yüksekliklerinde o denli çıkıntı, o kadar dere yatağı vardı ki, kaçanı bir anda gözler önünde kaybedebilir, takip edeni şaşkınlıktan deliye çevirebilirdi. Zaten, bundan ötürü yüzyıllardır mahkumların ve isyancıların kullandığı en önemli mevzi olmamış mıydı? Ya da beg az mı kurşun sıkmıştı bu tepelerde, Şex Said’in adamları düşmana az mı kayıp verdirmişti? Dağlar kendi gibi insan yetiştirir derler ya, insan da aklı ve yiğitliğiyle dağları dağ yapardı işte böyle.
Başını sola çevirip yukarı doğru baktı. İskender tepesi tüm asiliğiyle duruyordu yanı başında. Bu tepe Akdağ (Koye Spi)’in en yüksek yeriydi. Yüksek, asi ve biraz da kibirli. Adını, ünlü Makedonya’lı komutan İskender’den almıştı. Doğu seferleri sırasında gelmiş bu tepenin üzerinde karargah kurup savaşı yönlendirmişti İskender. “Bir kayaya oyulmuş koltuğu, hala tepenin başındadır” diyordu köylüler.
Eski, volkanik bir dağdı Koye Spi. Bin yıllar önce patlamış ve sönmüştü. Bir zamanlar kızgın lavlarla kaplı eteklerinde kimi boş, kimi dolu olan küçük, şirin köyler vardı şimdi. Hasberk, Kelaxsi, Lekiş, Hoso... Bu köylülerin insanları büyük sevgi besliyorlardı ve o sevgiden olsa gerek, ilginç öyküler anlatıyorlardı Koye Spi’ye dair. Bir gün Hasberk’li yaşlı bir dede; “Bakmayın kayalarının çok olmasına, Koye Spi’de hiçbir şey kaybolmaz” demişti. “Bir gün bizim köyün çobanlarından biri hayvanlarını alıp Koye Spi’ye çıkmış.
Hayvanları otlanırken o da, pınarın başına oturmuş. Bir ara dikkatsizlik edip elindeki kavalı pınarın içine düşürmüş. Ne kadar aramışsa da suyun içini, kavalını bulamamış. Ve akşamleyin geri dönmüş köye. Çok üzülmüş kavalı için, ne de olsa baba yadigarı. Ertesi gün sabah yine hayvanlarını toplayıp yola koyulmuş. Köyden çıkmadan matarasına su doldurmak istemiş. Çeşmenin yanına bir varmış ki ne görsün; dün tepedeki pınarda kaybettiği kaval şimdi suyun içinde yüzer...” Bunun üzerine İhsan dede; “Yaa anladınız mı, orada hiçbir şey kaybolmaz. O size şaka yapar. Alır bir eşyanızı, sonra sizin deli gibi aranmanızı seyreder keyifle, ardından geri verir. Koye Spi, oyun oynamayı seven, şakacı bir çocuk gibidir” demişti.
Bunlar aklına gelince gülümsedi Rojhan. Sonra tekrar Kara Ömer’e baktı. Başında göller vardı Kara Ömer’in. Bingöl’ün bu ismini almasına sebep olan, sayısız göllerden birkaç tanesi de Kara Ömer’in üstündeydi. Bir tanesinin adı ‘İntihar gölü’ydü. Senelerdir, namusuna dil uzatılan, gururu incitilen birçok kadın gelip bu göle atmışlardı kendilerini. Bu yüzden adı İntihar gölü olmuştu.
Bunu hatırlayınca gülümseme silindi dudaklarından. Ölümü öylesine kayıtsızca kucaklayan kadının, bir çıkış yolu bulsa ne denli büyük yaşayabileceğini düşündü. Ama şimdi, korkunç bir kıstırılmışlık içinde, hepsi de aynı sıradan ve dayanılmaz kaderi paylaşıyorlardı. Yaşamları farklı biçimlerdeki intiharlarla sona eriyordu. Biri göle atlıyor, diğeri genç yaşta evlenip çoluk çocuğa karışıyordu. Babası rahat bıraksa, kocası rahat bırakmıyor, o da iyi olsa bu sefer de töreler kuşatıyordu kadını. Kürdistan’da ne zaman ne de mekan kadından yana olmuştu. Her şey ona karşı işleyen çarkın bir dişlisi gibi, kadını ezmiş ve parçalamıştı.
Bir yanda Kara Ömer, bir yanda İskender. Ve ortada masmavi, hırçın, dolu dolu akan Murat Suyu. Çewlik (Bingöl)’e yaşam veren, bu dağ ve köy insanlarını muradına erdiren su...
-“Heval, seni yönetimden çağırıyorlar” sesiyle kendine geldi Rojhan. Çağırmasalar, o soğuk havada belki daha saatlerce izleyebilirdi bu manzarayı. Eğitim ve yönetim çalışmalarından arta kalan sınırlı zamanı, kendisiyle dağlara ayırıyordu. Onlarla konuşuyor, geçirdiği günün hesabını yapıyor, hatalı, yetersiz davranışlarda bulunmuşsa, özür diliyordu dağlardan. Ve ertesi gün daha iyi olacağına dair söz veriyordu.
Ona böyle yapmasını Parti Önderliği söylemişti. “Şimdi yanımdasınız, anlamaya ve güç getirmeye çalışıyorsunuz. Adımlarınızı hesaplayarak atıyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki, bu dava ve halk karşısında yanlış yaparsanız, ben onlar adına sizden hesap sorarım. Ama yarın her biriniz ülkenin farklı yerlerine gideceksiniz. Ve belki ‘APO yanımızda değil, istediğimiz gibi yaşayabiliriz’ diyeceksiniz... Fakat şunu iyi anlayın ki, burada o kutsal görevi üstlenen ben isem, orada dağlardır. Eğer yanlış yaşarsanız, dağlar size yüz çevirir, hesap sorar. Bu yüzden gideceğiniz yerlerde, her gün batımında, yüzünüzü çevirip dağlarla konuşun. Yanlışlarınızın hesabını verin ve tövbe edin...”
Son bir kez baktı tepelere ve kar içinde açılmış ince patikadan, yönetimin olduğu mangaya doğru yürüdü Rojhan...
Kısa süre öncesine kadar Akdağ taburundaki bayan takımının sorumlusuydu. Fakat daha sonra bölük komutanı olan Mervan, hem savaş hem de yaşam içerisindeki duruşu eleştirilince yapı tarafından görevden alınmış, yerine yine yapının onayıyla Rojhan geçmişti. Bölüğü bir bayan bir de erkek takımından oluşuyordu. Yıllardır dağlardaydı Rojhan. Savaşı kitaplardan okuyarak değil, yaşayarak öğrenmişti. Defalarca düşman askerleriyle burun buruna gelmiş, ölümle yaşam arasındaki o kısacık anı birçok kez yaşamış, ama aklı ve cesaretiyle kazanan hep o olmuştu. Fakat şimdi bu ağır sorumluluk karşısında zorlanıyordu.
Zorluklar insanı çelikleştirir, pamuk ipliğini demir halata çevirir. Belki insandan bir şeyler de alıp götürür, ama devrimcilik; insanın kendisinden gönüllü olarak bir şeyler vermesi değil midir? Bu, bir tarihi alt-üst etmenin, öğretilen tüm yanlışları reddedip doğruları yeniden yaratmanın, kendinden uzak düşürülmüş insanları tekrar kendine, toprağına kavuşturmanın bedelidir. Rojhan bir anlamda da bu bedeli ödüyordu.
Rastgele yapılmış bir tabloda resmin ahengine aykırı tüm çizgileri silmek gibi, insanda ona aykırı bütün olumsuzlukları yok etmek, onlarla ilgilenmek, eğitmek ve güçlendirmek... Tüm bunlar düşmana karşı silahla direk savaşmaktan daha farklı bir çabayı, inancı, bağlılığı, sabrı ve emeği gerektiriyordu. Rojhan işte bu yüzden zorlanıyor, fakat iddia ve ısrarından da taviz vermiyordu.
Yardımcısı Evindar’la birlikte yönetim mangasından çıktığında saat 5’i geçiyordu. Güneş Kara Ömer’lerin ardında batmış, ufku kızıl bir güzelliğe terk etmişti. Günbatımının ilk yıldızı olan Zühal (Jüpiter) parlıyordu gökyüzünde. Birkaç gün öncesinin bulutlu havası gitmiş, yerini açık ve tertemiz bir gökyüzüne bırakmıştı.
İlerleyip kadın takımına doğru giden patikada tartışmalarını devam ettirerek ilerlediler. Evindar Rojhan’a dönüp;
-“Sence yarın yapacağımız yürüyüş bizi zorlamayacak mı?” diye sordu.
-“Bu mutlaka olacak heval. Ama arkadaşların söylediklerini sende duydun. Zorlansak bile harekete geçmek zorundayız. Eğer operasyon çıkarsa, bu halimizle burada karşılamamız çok riskli. Ayrıca, düşman harekete geçmeden, bizim hareket edip eylem yapmamız, inisiyatifin bizim elimize geçmesini sağlar. Hem, biliyorsun, bu eyalet koordinatörünün talimatı.”
-“Biliyorum heval Rojhan ama yine de endişelenmekten kendimi alamıyorum. Takımımız kalabalık ve arkadaşların çoğu yeni. Herhangi bir şey olursa, savaşa güç getirmemelerinden korkuyorum.”
-“Endişelerin yersiz değil, heval Evindar. Ayrıntıları düşündükçe ben de korkuyorum. Ama inan biraz duyarlı ve dikkatli olursak, gizliliğe daha fazla dikkat edersek çok ciddi bir sorun çıkmaz. Ayrıca kadın arkadaşlar için de endişelenme. Ben onların savaşta çok güçlü olacaklarına inanıyorum.”
Zinarin’in mangasının önüne geldiklerinde durdular, Rojhan;
-“Neyse, şimdi gidip hazırlıklarımızı yapalım. Sen diğer mangaya git, arkadaşların hazırlanmasını sağla. Fazlalıklar gömülecek. Herkes yanına bir battaniye alacak. Ayrıca köylere uğramamak için iki günlük erzakımızı da taşıyacağız. Gece saat 2’de herkes hareket için hazır olacak. Noktayı kamufle edip yola çıkacağız. Sêsmal vadisinin sonuna kadar gideceğiz. Ertesi gün de herhangi bir şey çıkmazsa Gorton’a kadar yürüyeceğiz.”
-“Tamam heval” dedi Evindar ve ardını dönüp mangaya doğru yürüdü. Bir süre Evindar’ın ardından baktı Rojhan. Henüz kendini tam ikna edemediği, yürüyüşünden de belli oluyordu. Gülümsedi ve sessizce mangaya girdi.
İçeri girdiğinde Zinarin, Bese ve Helin’in kısık sesle kadın özgürlüğü üzerine tartıştıklarını gördü. Diğerleriyse kitap okuyorlardı.
Tartışma epeyce ilerlemişti. Sorunların nedeni ve sonuçları ortaya koyulduktan sonra, sıra çözüme gelmişti. Zinarin genç yaşının ve üç senelik gerilla yaşamının ona kazandırdığı tecrübe ve dinamizmle “kadının güç olmasının tek yolu, kadının askerlikte yetkinleşmesidir. Yoksa, erkek bu konudaki tecrübe ve deneyimiyle bizi etkisizleştirmek isteyebilir” dedi. Helin, biraz daha geniş bir çerçevede değerlendiriyordu. “Dediklerine katılıyorum heval, ama bu sorun sadece askeri yetkinleşme ile hallolacaksa, o zaman Kürdistan, hatta dünyadaki tüm kadınları dağlara çekip savaşa sokmamız gerekir, ki bu da mümkün değil. Belirttiğin şey, bizim için şart. Ama asıl önemli olan; özgürlük ölçülerini, bilinç ve iradeyi kendimizde sağlam temellere oturtmak”...
Onları böyle görünce sevindi Rojhan. Çünkü uzun süre kadın yoldaşlarının gündemini değiştirmek, doğru yoğunlaşmalarını ve gelişme kaydetmelerini sağlamak için çaba sarfetmişti. Ve bu tartışmalar eksik ya da yetersiz de olsa, bir değişimin göstergesi oluyordu şimdi.
O sırada, yürütülen tartışmanın sıcak atmosferinden sıyrılan Zinarin, Rojhan’ı gördü. Ayağa kalktı. “Hoş geldin heval Rojhan” deyip oturması için yer gösterdi. Diğerleri de yaptıkları işleri bırakıp Rojhan’ın çevresine toplandılar. Yönetim toplantısından geldiğini biliyorlardı ve sonuçları merak ediyorlardı. Soru sormasalar da, gözlerindeki bakışlardan sonuçları öğrenmek istediklerini anladı Rojhan. Sözü uzatmadan giriş yaptı:
-“Arkadaşlar gece saat 2’de hareket ediyoruz. Koordinasyondan talimat geldi. Kamp düzenini bırakıp hemen harekete geçmemiz gerekiyor. Biliyorum hava koşulları bizi zorlayacak. Ama istihbarat gelmiş, operasyon çıkacağı söyleniyor. Dolayısıyla onlar harekete geçmeden, bizim harekete geçmemiz ve onlara darbe vurmamız gerekli. Bu yüzden, Ape Musa’ya doğru ilerleyeceğiz. Keşif grupları çıkarıp eylem yapacağız.
Bu temelde şimdi hepimiz kalkıp hazırlıklarımızı yapalım. Bir an önce, herkes pratik işlerini bitirip dinlensin. Yarın zorlu bir gün olacak” dedi ve tüm arkadaşlar bu söz üzerine hazırlıklarını yapmaya başladılar.
Sonunda her şey tamamlanmıştı. Sabaha, kaldırmak için yalnızca manga naylonları ve sobalar kalmıştı. İşlerini bitirdiklerinde saat gece 10’a geliyordu. Ve hepsi de, hiç vakit kaybetmeden uyumuştu. Bir tek Rojhan’dı uyanık kalan. Son kez hem kadın, hem erkek takımının yaptıklarını kontrol etmiş, hazır olduklarına kanaat getirince, mangaya gelip oturmuştu.
Bir süre düşman kanallarını takip etti ve anormal bir şey olmadığına karar verince cihazı subaya verdi. Sobanın kenarında oturduğunda Evindar geldi aklına. Tedirgin olmuştu Evindar. Gitmenin mi, kalmanın mı doğru olacağı konusunda ikircikliği yaşıyordu.
Savaş bir mantık işi olsa da, tesadüflerin kendisini en fazla konuşturduğu bir sahaydı aynı zamanda. İnsan, bir eylem planı hazırlarken on tane olasılık düşünür ve buna göre tedbirlerini alırdı. Ve bu genelde başarıya yol açardı. Ama bazen de eylem sahasında insanı karşılayan on birinci olasılık olurdu ki, eğer ikircikli davranılırsa, eğer anında inisiyatif geliştirip tedbir alınmaza, sonuç bir kayba dönüşürdü. İşte bu yönüyle savaş, her şeyin ötesinde bir sanattı. Ve kesin olan bir şey varsa o da; ne sanat ne de savaş, ikircikliği kabul etmiyordu.
Savaşta ikirciklik ya da kararsızlık gerçekten kötüydü. Yeryüzünde insanı içten çürütecek ender olaylardandı bunlar. Sıkışmışlıktı kararsızlık, çaresizlikti ve elbette ki sonunda ezilmişlikti.
Bir kararı uygulamak, günleri, hatta bazen ayları bile kapsayabilirdi, ama başlangıçta kararı almak sadece bir an işiydi. Ve bunun dışında geliştirilen teoriler tümüyle egemen sınıf anlayışlarının ürünüydü yalnızca. Hem ne demişti Önderlik, “en kötü karar, kararsızlıktan iyidir. Yanlışta olsa bir karar almışsanız, bunu doğruya çevirecek gücünüz de vardır demektir. Ama kararsız kalmışsanız, düzelteceğiniz bir şey de yoktur. Dolayısıyla bir hiçsinizdir ve devrimciliğiniz de ölmüştür.”
Bunları düşününce kendine güveni tazelendi ve kaygılara hakim olabilmenin bir insan açısından ne kadar önemli olduğunu anladı o an. Ve en uygun zamanlarda bunları Evindar’la da paylaşmayı kararlaştırdı. Kendini zorlama ve yıpratmanın çok fazla bir anlamı yoktu. Bunun yerine sahip olunan güç ve enerjiyi bir olumsuzluğun gelişmemesi için çalışmaya sarfetmek, çok daha olumlu sonuçlara yol açabilirdi.
Kalkıp mangadan dışarı çıktı. Hava iyice soğumuştu. Bu mevsimde, akşamları saatler ilerledikçe soğuk daha bir keskin, daha bir yakıcı oluyordu.
Karşıda yanan köy ışıklarına baktı. “Acaba kaç insan uyanıktır şimdi?” dedi kendi kendine. “Kaç kadın, kaç erkek, kaç çocuk? Belki de hiç kimse! Belki hepsi de tatlı uykunun kollarına bırakmıştır kendini. Bütün gün çalışmaktan yorulmuşlardır belki de. Ne de olsa köy işi, zor iş. Akşam olunca yemeklerini yiyip hemen uyumuşlardır. Belki de bir bebek, birden bire ağlamaya başlamış ve anasını uyandırmıştır. Kadın irkilmiştir belki, “yoksa hasta mı? diye korkmuştur. Beşiği sallamış, biraz emzirmiştir. Susmuştur bebek ama kadın bırakıp gidememiştir. Beşiğe kafasını dayamış, öylece uykuya dalmıştır.
Belki de genç bir adam, ışığını söndürmüş penceresinin önünde sigara içip geceyi dinlemektedir. Köyün karanlık sokağına bakarken ışıklı varoşların, zengin ve mutlu bir hayatın hayalini kurmaktadır. Ya da köyün güzel kızı Esma’yı düşünmekte, asla sahip olamayacağını bildiği için de kendi kendine yanıp-tutuşmaktadır.
Veya Çewlik’e, şehire gitmiştir, iki gün önce alış-veriş için, bugün de dönmüştür. Yolda gelirken Pakoni karakolundaki askerler kesmişlerdir önünü. Un torbalarının iki tane olduğunu görünce, “teröristlere vereceksin” deyip birini zorla almışlardır elinden. Yediği dayak ve küfürler de cabası. İşte şimdi oturmuş, bu lanetli gerçeğe, her gün farklı biçimlerde ayaklar altına alınan onuruna yanmaktadır. Belki de “en iyisi dağlara çıkmak, mahkum olmak” demektedir kendi kendine. Bakması gereken anası ve kardeşleri olsa da, giderek sabrının sonuna yaklaşmaktadır.
Bin bir çeşit insan bin bir çeşit duygu, düşünce yaşasa da bu köylerde, yarın sabah horozlar ötüp güneşin ışıkları pencerelere vurunca, yepyeni bir gün başlayacaktır hepsi için de. Gece karamsarlığını güneşin umuduna devredecektir. Birbirine karışacaktır, hayvan, çocuk ve kadın sesleri. Yaşamları; içinde taşlar, kayalar olsa da onlara çarpa çarpa daha da hızlanarak yol alan Murat suyu gibi akıp gidecektir.
Yarın belki daha kötü, belki daha iyi bir gün olacaktır. Ama aynı şeyler bir daha yaşanmayacaktır. Çünkü, yeni eskinin üzerinde şekillense de, yeni hiçbir zaman eski değildir. Çünkü ertesi gün zaman, tüm dünyayı bir gün daha eskitmiş olacaktır. Ve her yeni günde eskiyen ve değişen şeylere rağmen, dünyaya bugün gözlerini açan bebekler gibi, bir şeyler hep yeniden doğacak, dünyamızın taze ve güzel kalmasını sağlayacaktır.”
Üşüdüğünü hissetti. Saatine baktı, 12’ye geliyordu. Mangaya girmeden önce son kez dönüp ışıklara baktı yeniden. Ve, “dünya da değişecek. İnsanlar, tarih ve yaşadıklarımız da. Duygu, düşünce ve acılarımız da... Kürdistan’da her şey değişecek. Bir gün gelecek egemene doğru yol alan zaman, yatağını değiştirip bize doğru akacak” dedi ve içeri girdi.
Söylenen saatte herkes hazırdı. Çocukluklarını, evlerini ve geleceklerini içinde taşıdıkları çantalarını sırtlamış bekliyorlardı.
Verilen komutla hepsi harekete geçti. Silahları omuzlarında, komutanlarının öncülüğünde, kendilerini Akdağ’ın doruklarından, yaşamın diğer renkleri içine akıttılar.
Rojhan, grubun ardında kaldı. Son kez dönüp manga yerlerine baktı. Geride bıraktıkları yalnızca şu çadırlar mıydı? Toprağa dikilmiş birkaç sütun, çatılara yerleştirilmiş dal parçaları. Belki bir parça hüzün, biraz da öfke, düşmana dair. Ya yarımlıklar? Şimdi terk edilmiş bu kamp yerini boydan boya kaplayan, bu sessiz sahada yürüyen gerillaların ardından çığlık çığlığa bağıran bu yarımlıklar değil miydi?
Yarım sevgiler
Yarım özlemler
Yarım özgürlükler
Ve yarım gülüşler...
Göz gezdirdi çadırlara. Kimilerinin hiç duymadığı, kimilerinin ise yalnızca kitaplarda gördüğü Eskimo evlerine benzediğini görünce gülümsedi. İster Antartika’da, ister Akdağ’da olsun, savaşan insanlar değil, umuttu aslında. Zorlukları yenen, yüzlerdeki tebessümdü...
O an gülmekten korkanları düşündü Rojhan. Gülmek, güllerin arasından bakmak, gül gibi bakmak güç isterdi. Gülmeyenler işte bu gücü kendinde bulamayanlardı. Bu yüzden, gülmekten korkar, gülenleri kıskanır, kimsenin gülmesini de istemezlerdi. Çadırlara ve tebessümü insanların yüzünde donduran karlara son kez bakıp kendini başka renklere doğru bırakan diğer yolcuların arasına karıştı.
Grubun başı geçici konaklama yerine ulaşmıştı. Bir grup geride kalmış ve karla boğuşarak sırta çıkmak için çabalıyordu. Aşağıda kar daha fazlaydı. Rüzgar, sırtın üstündekileri savurmuş dereye yığmıştı.
Rojhan, arkada kalan grubun içindeydi. Yürüyemeyen arkadaşlara yardım etmeye çalışıyordu. Bazen silahlarını ve çantalarını alıyor, bazen de ellerinden tutup çekiyordu. Bir ara ön tarafta bir arkadaşın sıradan çıkarak karın üzerine oturduğunu gördü. Yanına yaklaşınca, oturanın Zeynep olduğunu anladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

@templatesyard