HATUN DEMİRCİOĞLU
ERMENI HATUN MAYRIG
Diyarbakır kalesi kadar yüce, Surp Giragos kilisesi kadar inançlı Dikranagerdli Hatun Mayrig Lyon’da hayatını kaybetti… Üç hafta önce Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarını Agos’a anlatan Garabet Demircioğlu bu kez annesinin zorlu yaşam yolculuğunu kaleme aldı. Hatun Mayrig’in yaşamı ve ölümü kılıç ve sürgün çocuklarının yaşamı ve ölümü gibidir. Sessiz ve suskun. Acı ve çile dolu geçen yaşamı, kadın yüreğinin derinliğinde saklı kaldı. Ne dile getirebildi, ne de resmedebildi. Çocukların, kadınların ve yaşlıların anlaşılamadığı dünyada o da derdini kimseye anlatamadı. Söyleyeceklerini söyleyemeden büyük bir sessizlik içinde bu dünyadan göçüp gitti. Yokluk dolu sessiz yaşamına eklenen sadece sürgün oldu.
Unutulur mu Hatun Mayrig?
Diyarbakır kalesi kadar yüce, Surp Giragos kilisesi kadar inançlı Dikranagerdli Hatun Mayrig Lyon’da hayatını kaybetti… Üç hafta önce Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarını Agos’a anlatan Garabet Demircioğlu bu kez annesinin zorlu yaşam yolculuğunu kaleme aldı.
Hatun Mayrig’in yaşamı ve ölümü kılıç ve sürgün çocuklarının yaşamı ve ölümü gibidir. Sessiz ve suskun. Acı ve çile dolu geçen yaşamı, kadın yüreğinin derinliğinde saklı kaldı. Ne dile getirebildi, ne de resmedebildi. Çocukların, kadınların ve yaşlıların anlaşılamadığı dünyada o da derdini kimseye anlatamadı. Söyleyeceklerini söyleyemeden büyük bir sessizlik içinde bu dünyadan göçüp gitti. Yokluk dolu sessiz yaşamına eklenen sadece sürgün oldu.
O gün, Lyon-Decine Ermeni Kilisesi ve avlusu, çoğunluğu Anadolu Ermenileri olan insanlarla doluydu. Kilisede hüzün dolu ağır bir sessizlik hâkimdi. Hatun Mayrig’in kadın akraba ve yakınlarının başları örtülü, üstlerindeki elbiseleri siyahtı. Büyük Felaket sonrası Ermeni ve Rum kadınları yaşadıkları acılarını giyindikleri elbiselere işledi. Ve o tarihten sonra Ermeni kadınlarının yürekleri, giyindikleri elbiselerin renkleriyle aynılaştı. Yaşamları kaderleri gibi kara oldu. Binlerce yıl boyunca yaşadıkları kadim topraklarından zorla koparılan Ermeni kadınlarından geride kalan, İstanbul’un kenar semtlerinin tenha sokaklarında dolaşan siyah görüntülerdi. Kimse anlamaz onların sessiz ve iki büklüm yürüyen küçük hallerini. Ve yürek renklerini giydikleri elbiseye neden işlediklerini. Zulüm kadar anlaşılmazlık da kötüdür. Kötülüklerin hepsi özgürlüğün ve insanlığın düşmanıdır.
O gün Lyon’daki Decine Ermeni Kilisesi genç, yaşlı, kadın, erkek ve çocuklarla doluydu. Malatyalı, Sasonlu, Diyarbakırlı (Dikranagerd), Sivas Zaralı, Gemerekli, İstanbullu Ermeniler, Fransız Ermenileri ve oğlu Garabed’in Kürt arkadaşları bir arada, aynı sığınak yerinde aynı sıralara dizili yan yanaydılar. Diyarbakırlı Ermenilerin son seksen yıllık yaşam tarihinin günümüze taşınan bir halkasıydı o gün son yolculuğuna uğurlanan.
Kilisedeki tablo adeta kılıç ve sürgün çocukların geçmişini ve bugünkü yaşam gerçekliğini anlatıyordu. Ermeni topraklarından zorbaca sökülüp koparılan, sürgün yollarına zorla sürülen, yaşama şansı ve fırsatı bularak Fransa’ya kadar uzanan farklı kuşakların mozaiğiydi, kilisedeki tablo. Zorbalığa karşı yeterince direnç gösteremeyen bir halkın sürgün yollarına düşen kaçış yaşamlarıydı, avluyu dolduran.
Lyon’daki Decine Kilisesi, Büyük Felaket sonrası doğan bir çocuğunu, bir anneyi ilk kez uğurlamıyordu. Liceli Anto Alan, Beşirili Zakar Sarkis, Maryam ve daha birçoklarını aynı sessizlik içinde uğurladı. Onlar, doğdukları topraklarda yaşama şansı bulamayan ve ölümden büyük tesadüflerle kurtulan bir halkın ve bir neslin çocuklarıydı. Büyük Felaket sonrası sağ kalma şansı bulan bu nesildi (serunt) en çok yokluk ve çile çeken. Toprağını, damını, okul ve kilisesini kaybetmiş, incir ve ceviz ağaçlarını geride bırakmış, arkasına dönüp yıkıntılarına bile bakma şansı bulamayan çileli bir halkın acılı evlatlarıydı. O dönemin tanıklarının ezici bir çoğunluğu doğru dürüst okul yüzü görmeyen, annelerinin külleri içinde kendilerini arayan doğum tarihi olmayan çocuklardı.
Kilise, sıradan bir cenazeyi uğurlamıyordu o gün. Hayr Surp, Der Hayr, tanıdıkları, bir fincan acı kahvesini içtikleri, Diyarbakır dolmasını yedikleri, iyilik ve hayır dualarını aldıkları bir Mayrig’i uğurluyorlardı. Onların ayin sırasında Hatun Mayrig’e seslenişi tıpkı Hatun Mayrig’in onlara sunduğu kahve kadar dostça, içten ve samimiydi. Unutulur mu Hatun Mayrig? Sevgi ve şefkat dolu sözleri, özen ve emek dolu misafirperverliği. İleri yaşına rağmen her misafirin önünde ayağa kalkışı ve sonra onlara gösterdiği hürmeti kim unutabilir?
O gün sadece yaşlı bir Diyarbakırlı Ermeni kadın sonsuzluğa uğurlanmıyordu. O gün, okul yüzü görmemiş ancak çocuklarını okutmak için varını yoğunu ortaya koymuş, bir yandan dikiş makinası başında ekmek parasını kazanmaya çalışan, evin avlusundaki eski bir tulumbadan su çekerek elleriyle altı çocuğunun çamaşırlarını yıkayan, ateş yakmak için “loligi” üflemekten ciğerleri şişen, gaz ocağını bile çok sonra evinde gören, ağır yokluk ve yoksulluk içinde çalışmaktan başka bir şeyi tanımamış insan yürekli, güzel yüzlü bir Mayrig’di uğurlanan. Yokluğun, yoksunluğun ve cehaletin her çeşidini tanımış, yaşamış, onurunu ve çocuklarını asla bırakmamış bir anne, bir Mayrig.
Hatun Mayrig’in yaşamı boyunca korkusu yakasını, inancı yüreğini bırakmadı. En çok korktuğuydu yalnızlık. Varlığını en çok arayıp yokluğunu en çok hissedip sorduğuydu ekmek. Hatun annenin sık sık dile getirdiği “yalnızlık korkusu” ve de sürekli aradığı “ekmek” çocukları tarafından bile yeterince anlaşılmadı. Her konuşmasında “oğlum ekmeğimiz var mı?” diye sorduran korkusunun tarihsel arka planı çoğu kez göz ardı edildi. Sürekli ekmek yokluğu çeken bir annenin en büyük iki korku ifadesinden biriydi “ekmek”. Bir diğeri ise yalnızlık. Her fırsatta “Ne olur beni yalnız bırakmayın” diye mırıldanırdı usulca.
Yaşamında bir tutku gibi sarılıp sahiplendiği ve onlardan asla vazgeçmediği iki kutsal değerden biriydi çocukları. Bütün anneler gibi büzülmüş çantasında sakladı çocuklarının ve evliliğin ilk gününde çektirdiği resmini. İtinayla en çok sakladığı 5 No’lu Zindan’ında oğlu Garabed ve kocası Kevork’la çektirdiği resmiydi. Oğlunun ölüm orucunda olduğu süre boyunca o da ilan edilmeyen bir açlık grevi yaptı. Bilinci yetseydi oğlunun taleplerinin yanında açlık grevine giderdi. Oğlu yaşasın diye Allaha yalvarmak için on beş gün her sabah yalınayak Kadıköy Ermeni Kilisesi’ne yürüyerek gidip geldi. Bir gün onu bir polis yolundan çevirdi: “Nedir bu halin kadın? Neden yalınayak yürürsün? Kafayı mı yedin, yoksa. Deli misin nesin?” Hatun Mayrig mırıldandı. Anlamadı polis bu “meczup” kadının ne dediğini, ay yıldızlı üniformasıyla nereden bilsin, bu zavallı kadının yaşadığı derin acıyı. Dileği yerine gelsin diye yalınayak yürüyüşünü ve Tanrı’ya minnettarlık duygusu içinde yalvarışını. Her Ermeni kadını gibi Hatun Mayrig’in Tanrı’ya yalvarışı hiç eksik olmadı. Oğlunun bir gün çıkıp gelecek anı hep dört gözle bekledi. Gözleri, yolunu beklediği oğlunun adımlarında takılı kaldı. Cenaze arabası 1 Nolu mezarlığa doğru hareket ettiğinde ona en çok yakın olmak, onu yalnız bırakmak istemeyen de çocukları oldu. Çocuklarından birinin vicdan acısı daha derindi...
Hatun Mayrig doğum tarihini ve gerçek yaşını bilmeden yaşadı. Ona doğum tarihi ve yaşı her sorulduğunda “bilememenin” mahcubiyeti içinde suskun kaldı. Çaresizlik ve pişmanlık içinde Anto kirvenin söylediği; “Keşke Diyarbakır’da Müsülman olarak kalsaydım da Fransa’ya gelmeseydim” ya da Arev kuyrigin “Buraya gelmemize sebep olanların boyunları kırılsın” sözleri gibi yaşamını sürgün topraklarında sürdürmek zorunda kaldığında, “Keşke Diyarbakır’da kalsaydım, ölseydim, gelmeseydim” sözleri kaç kez dilinden döküldü. Baskı ve tehdit altında yaşayarak ölmek mi iyi yoksa sürgün kapılarında görece rahatlık içinde memleket özlemi içinde sönüp gitmek mi? Hangisi daha iyi? Zulüm altında kimliğini saklayıp koruyarak mı yoksa sürgün topraklarında kimliğini korumayı başaramadan ölmek mi iyidir? Hangisi daha iyidir? Hatun Mayrig’e, Anto Kirve’ye, Arev Abla’ya seçimi zor, tercihi iradi olmayan iki seçenek sunanlar, bu soruya ne yanıt verecekler.
Hatun Mayrig Diyarbakır’dan İstanbul’a göç edince duyduğu acı İstanbul’dan Fransa’ya göç etme acısı kadar derin ve sarsıcı olmadı. Ev eşyalarını kamyona yüklerken yaşadığı sıkıntıyı yaşamı boyunca duydu. Ne doğduğu topraklar bir gün olsun gözlerinin önünden gitti ne de geride bıraktığı Diyarbakır yaşamını unutabildi. Çocukluk günlerini, gençlik- evlilik yıllarını ve
o yıllarda Diyarbakır’da Ermeni ve Süryani mahallelerindeki tanıdık dost-akraba yüzleri hiç unutmadı. Küçük ve büyük bayramda yapılan çörekler, sonra topluca sabahın erken saatlerinde tutulan kilise yolları… Hatun Mayrig’in yaşamının büyük bir bölümü Diyarbakır’da, Xançepek’te geçti. Çocuklarının İstanbul’a gitme tercihi ve onların özlemi olmasaydı, bir gün için bile olsa ne İstanbul’a ne de Fransa’ya yolu düşmezdi.
Hatun Mayrig gururla “Bışerili” olduğunu söylerdi. Asla unutamadı annesi Maryam’ı. Annesi ise boş yere Diyarbakır sokaklarında aradı katledilen amcalarını ve o da asla unutmadı gözleri önünde katledilen anne ve babasını. Kardeşinin ellerinden tutarak kaçmayı başardığında henüz on yaşındaydı. Der Zor çölleri Ermenilerin sırat köprüsü oldu. İlk sürgün topraklarıydı Suriye. Hatun Mayrig Fransa’da kapı komşusu Cezayirli Malika’yla Arapça konuştuğunda en çok merak edip ancak bir türlü soramadığı tek derdiydi Hatun Mayrig’in Arapçayı nerede öğrendiği. Nereden bilsin Cezayirli Malika, zavallı Diyarbakırlı Hatun Mayrig’in başına nelerin geldiğini.
Ermenilerdir, Kürtlerden sonra Kürtçeyi en çok bilen halk. Keza yine Ermenilerdir Araplardan sonra en çok Arapçayı bilen halk. Ne Kürt enstitüsü ne de Arap filoloji bölümü olmadı Hatun Mayrigin yaşamında. Doğduğu topraklarda öğrendi Kürtçeyi, sürgün topraklarında öğrendi Arapçayı. Tıpkı diğer Haylar gibi.
Diyarbakırlı Hatun Mayrig’in, Liceli terzi Anto’nun Fransa’da işleri ne? Okunuşu ve telaffuzu zor Fransız mezarlıklarında Dikranagerd’li Hatun’un, Maryam’ın, Liceli Anto Alan’ın, Bişerili Zakar’ın ve sayısız Ermeni’nin işi ne? Hangi zulüm rüzgârı, hangi sürgün yeli onları buralara kadar sürükledi. Neydi bu suçsuz ve günahsız zavallı insanların suçu?
Dikranagerd nerede, Fransa nerede? Kim bu mazlum ve mağrur bakışlı zararsız insanları sürgüne yolladı? İsimsiz mezarlıklar içinde anılarıyla yalnız başlarına gömülmelerine sebep olan kim? Bu nasıl kabulü ve yanıtı olmayan bir tercihtir, Allahım!
HATUN DEMİRCİOĞLU (... - 2011) Her resim uzak bir zaman dilimini çizer. Çizili resme bakılınca sadece bir fotoğraf karesi gibi görülür ve düşünülür. O resme yaklaşılınca arkada saklı olan, anlatılamayan, dile gelmeyen koca bir tarih ve derin yaşanmışlıklar görülmeye başlanır. Okununca yaşlı bir kadının ölüm ilanı, “yaşlı bir insandı” denilerek, duygu tesellisi bulunmaya çalışılır. Böylece vicdan acıları azaltılmaya çalışılır. Ölenin yaşlı olmasından dolayı aranan teselli gerçekliğin duygusu olamaz. Bütün bunlar kocaman birer yanılgı ve yanılsamadır. Unutmamak gerekir ki “Her ölüm erkendir.” Ayrıca her ölüm bir özeleştiridir. Bana bak, sadece görünen yaşlı yüzüme bakarak değil, görünmeyen resmime bak. Sadece anlaşılan yanlarımı değil, anlaşılamayan yanlarımı anlamaya çalış. Yüzüme doğru bak ve beni doğru anla. Resimdeki yaşlı görüntüme bakarak, kendini avutarak, rahat bir nefes alma! Beni Ermeni tarihiyle, yaptıklarımla geride bıraktıklarımla, katliam ve kıyım acılarımla anla. Diyarbakır topraklarında yarattığım, geride bırakarak, sonra da dönüp bakma cesareti bulamadığım, sürgün resmimle anla beni. Okul yüzü görmemiş cahil halimle, nedenlerini asla okul kitaplarında bulamayacağın, doğum tarihimi bilmez halimle anla beni. Katliam acısı üzerine çökerek siyahlaşan 6-7 Eylül’le ve buldozer gibi yakıp yıkan 12 Eylül’le anla beni. Beni tarihle, çektiklerimle anla. Beni annelik duygularımla, sevgi dolu çocuk yüreğimle anla.
Bana resmimdeki bir anlık yaşlı halimle ya da ölüm tarihimle değil. Anne yüreğimle tanrıya olan inancımla, dudaklarımda eksik etmediğim dualarımla, saklamayı başardığım Ermeni kimliğimle anla ve unutma beni.
Diyarbakır kalesi kadar yüce, Surp Giragos kilisesi kadar inançlı Dikranagerdli Hatun Mayrig Lyon’da hayatını kaybetti… Üç hafta önce Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarını Agos’a anlatan Garabet Demircioğlu bu kez annesinin zorlu yaşam yolculuğunu kaleme aldı. Hatun Mayrig’in yaşamı ve ölümü kılıç ve sürgün çocuklarının yaşamı ve ölümü gibidir. Sessiz ve suskun. Acı ve çile dolu geçen yaşamı, kadın yüreğinin derinliğinde saklı kaldı. Ne dile getirebildi, ne de resmedebildi. Çocukların, kadınların ve yaşlıların anlaşılamadığı dünyada o da derdini kimseye anlatamadı. Söyleyeceklerini söyleyemeden büyük bir sessizlik içinde bu dünyadan göçüp gitti. Yokluk dolu sessiz yaşamına eklenen sadece sürgün oldu.
Unutulur mu Hatun Mayrig?
Diyarbakır kalesi kadar yüce, Surp Giragos kilisesi kadar inançlı Dikranagerdli Hatun Mayrig Lyon’da hayatını kaybetti… Üç hafta önce Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarını Agos’a anlatan Garabet Demircioğlu bu kez annesinin zorlu yaşam yolculuğunu kaleme aldı.
Hatun Mayrig’in yaşamı ve ölümü kılıç ve sürgün çocuklarının yaşamı ve ölümü gibidir. Sessiz ve suskun. Acı ve çile dolu geçen yaşamı, kadın yüreğinin derinliğinde saklı kaldı. Ne dile getirebildi, ne de resmedebildi. Çocukların, kadınların ve yaşlıların anlaşılamadığı dünyada o da derdini kimseye anlatamadı. Söyleyeceklerini söyleyemeden büyük bir sessizlik içinde bu dünyadan göçüp gitti. Yokluk dolu sessiz yaşamına eklenen sadece sürgün oldu.
O gün, Lyon-Decine Ermeni Kilisesi ve avlusu, çoğunluğu Anadolu Ermenileri olan insanlarla doluydu. Kilisede hüzün dolu ağır bir sessizlik hâkimdi. Hatun Mayrig’in kadın akraba ve yakınlarının başları örtülü, üstlerindeki elbiseleri siyahtı. Büyük Felaket sonrası Ermeni ve Rum kadınları yaşadıkları acılarını giyindikleri elbiselere işledi. Ve o tarihten sonra Ermeni kadınlarının yürekleri, giyindikleri elbiselerin renkleriyle aynılaştı. Yaşamları kaderleri gibi kara oldu. Binlerce yıl boyunca yaşadıkları kadim topraklarından zorla koparılan Ermeni kadınlarından geride kalan, İstanbul’un kenar semtlerinin tenha sokaklarında dolaşan siyah görüntülerdi. Kimse anlamaz onların sessiz ve iki büklüm yürüyen küçük hallerini. Ve yürek renklerini giydikleri elbiseye neden işlediklerini. Zulüm kadar anlaşılmazlık da kötüdür. Kötülüklerin hepsi özgürlüğün ve insanlığın düşmanıdır.
O gün Lyon’daki Decine Ermeni Kilisesi genç, yaşlı, kadın, erkek ve çocuklarla doluydu. Malatyalı, Sasonlu, Diyarbakırlı (Dikranagerd), Sivas Zaralı, Gemerekli, İstanbullu Ermeniler, Fransız Ermenileri ve oğlu Garabed’in Kürt arkadaşları bir arada, aynı sığınak yerinde aynı sıralara dizili yan yanaydılar. Diyarbakırlı Ermenilerin son seksen yıllık yaşam tarihinin günümüze taşınan bir halkasıydı o gün son yolculuğuna uğurlanan.
Kilisedeki tablo adeta kılıç ve sürgün çocukların geçmişini ve bugünkü yaşam gerçekliğini anlatıyordu. Ermeni topraklarından zorbaca sökülüp koparılan, sürgün yollarına zorla sürülen, yaşama şansı ve fırsatı bularak Fransa’ya kadar uzanan farklı kuşakların mozaiğiydi, kilisedeki tablo. Zorbalığa karşı yeterince direnç gösteremeyen bir halkın sürgün yollarına düşen kaçış yaşamlarıydı, avluyu dolduran.
Lyon’daki Decine Kilisesi, Büyük Felaket sonrası doğan bir çocuğunu, bir anneyi ilk kez uğurlamıyordu. Liceli Anto Alan, Beşirili Zakar Sarkis, Maryam ve daha birçoklarını aynı sessizlik içinde uğurladı. Onlar, doğdukları topraklarda yaşama şansı bulamayan ve ölümden büyük tesadüflerle kurtulan bir halkın ve bir neslin çocuklarıydı. Büyük Felaket sonrası sağ kalma şansı bulan bu nesildi (serunt) en çok yokluk ve çile çeken. Toprağını, damını, okul ve kilisesini kaybetmiş, incir ve ceviz ağaçlarını geride bırakmış, arkasına dönüp yıkıntılarına bile bakma şansı bulamayan çileli bir halkın acılı evlatlarıydı. O dönemin tanıklarının ezici bir çoğunluğu doğru dürüst okul yüzü görmeyen, annelerinin külleri içinde kendilerini arayan doğum tarihi olmayan çocuklardı.
Kilise, sıradan bir cenazeyi uğurlamıyordu o gün. Hayr Surp, Der Hayr, tanıdıkları, bir fincan acı kahvesini içtikleri, Diyarbakır dolmasını yedikleri, iyilik ve hayır dualarını aldıkları bir Mayrig’i uğurluyorlardı. Onların ayin sırasında Hatun Mayrig’e seslenişi tıpkı Hatun Mayrig’in onlara sunduğu kahve kadar dostça, içten ve samimiydi. Unutulur mu Hatun Mayrig? Sevgi ve şefkat dolu sözleri, özen ve emek dolu misafirperverliği. İleri yaşına rağmen her misafirin önünde ayağa kalkışı ve sonra onlara gösterdiği hürmeti kim unutabilir?
O gün sadece yaşlı bir Diyarbakırlı Ermeni kadın sonsuzluğa uğurlanmıyordu. O gün, okul yüzü görmemiş ancak çocuklarını okutmak için varını yoğunu ortaya koymuş, bir yandan dikiş makinası başında ekmek parasını kazanmaya çalışan, evin avlusundaki eski bir tulumbadan su çekerek elleriyle altı çocuğunun çamaşırlarını yıkayan, ateş yakmak için “loligi” üflemekten ciğerleri şişen, gaz ocağını bile çok sonra evinde gören, ağır yokluk ve yoksulluk içinde çalışmaktan başka bir şeyi tanımamış insan yürekli, güzel yüzlü bir Mayrig’di uğurlanan. Yokluğun, yoksunluğun ve cehaletin her çeşidini tanımış, yaşamış, onurunu ve çocuklarını asla bırakmamış bir anne, bir Mayrig.
Hatun Mayrig’in yaşamı boyunca korkusu yakasını, inancı yüreğini bırakmadı. En çok korktuğuydu yalnızlık. Varlığını en çok arayıp yokluğunu en çok hissedip sorduğuydu ekmek. Hatun annenin sık sık dile getirdiği “yalnızlık korkusu” ve de sürekli aradığı “ekmek” çocukları tarafından bile yeterince anlaşılmadı. Her konuşmasında “oğlum ekmeğimiz var mı?” diye sorduran korkusunun tarihsel arka planı çoğu kez göz ardı edildi. Sürekli ekmek yokluğu çeken bir annenin en büyük iki korku ifadesinden biriydi “ekmek”. Bir diğeri ise yalnızlık. Her fırsatta “Ne olur beni yalnız bırakmayın” diye mırıldanırdı usulca.
Yaşamında bir tutku gibi sarılıp sahiplendiği ve onlardan asla vazgeçmediği iki kutsal değerden biriydi çocukları. Bütün anneler gibi büzülmüş çantasında sakladı çocuklarının ve evliliğin ilk gününde çektirdiği resmini. İtinayla en çok sakladığı 5 No’lu Zindan’ında oğlu Garabed ve kocası Kevork’la çektirdiği resmiydi. Oğlunun ölüm orucunda olduğu süre boyunca o da ilan edilmeyen bir açlık grevi yaptı. Bilinci yetseydi oğlunun taleplerinin yanında açlık grevine giderdi. Oğlu yaşasın diye Allaha yalvarmak için on beş gün her sabah yalınayak Kadıköy Ermeni Kilisesi’ne yürüyerek gidip geldi. Bir gün onu bir polis yolundan çevirdi: “Nedir bu halin kadın? Neden yalınayak yürürsün? Kafayı mı yedin, yoksa. Deli misin nesin?” Hatun Mayrig mırıldandı. Anlamadı polis bu “meczup” kadının ne dediğini, ay yıldızlı üniformasıyla nereden bilsin, bu zavallı kadının yaşadığı derin acıyı. Dileği yerine gelsin diye yalınayak yürüyüşünü ve Tanrı’ya minnettarlık duygusu içinde yalvarışını. Her Ermeni kadını gibi Hatun Mayrig’in Tanrı’ya yalvarışı hiç eksik olmadı. Oğlunun bir gün çıkıp gelecek anı hep dört gözle bekledi. Gözleri, yolunu beklediği oğlunun adımlarında takılı kaldı. Cenaze arabası 1 Nolu mezarlığa doğru hareket ettiğinde ona en çok yakın olmak, onu yalnız bırakmak istemeyen de çocukları oldu. Çocuklarından birinin vicdan acısı daha derindi...
Hatun Mayrig doğum tarihini ve gerçek yaşını bilmeden yaşadı. Ona doğum tarihi ve yaşı her sorulduğunda “bilememenin” mahcubiyeti içinde suskun kaldı. Çaresizlik ve pişmanlık içinde Anto kirvenin söylediği; “Keşke Diyarbakır’da Müsülman olarak kalsaydım da Fransa’ya gelmeseydim” ya da Arev kuyrigin “Buraya gelmemize sebep olanların boyunları kırılsın” sözleri gibi yaşamını sürgün topraklarında sürdürmek zorunda kaldığında, “Keşke Diyarbakır’da kalsaydım, ölseydim, gelmeseydim” sözleri kaç kez dilinden döküldü. Baskı ve tehdit altında yaşayarak ölmek mi iyi yoksa sürgün kapılarında görece rahatlık içinde memleket özlemi içinde sönüp gitmek mi? Hangisi daha iyi? Zulüm altında kimliğini saklayıp koruyarak mı yoksa sürgün topraklarında kimliğini korumayı başaramadan ölmek mi iyidir? Hangisi daha iyidir? Hatun Mayrig’e, Anto Kirve’ye, Arev Abla’ya seçimi zor, tercihi iradi olmayan iki seçenek sunanlar, bu soruya ne yanıt verecekler.
Hatun Mayrig Diyarbakır’dan İstanbul’a göç edince duyduğu acı İstanbul’dan Fransa’ya göç etme acısı kadar derin ve sarsıcı olmadı. Ev eşyalarını kamyona yüklerken yaşadığı sıkıntıyı yaşamı boyunca duydu. Ne doğduğu topraklar bir gün olsun gözlerinin önünden gitti ne de geride bıraktığı Diyarbakır yaşamını unutabildi. Çocukluk günlerini, gençlik- evlilik yıllarını ve
o yıllarda Diyarbakır’da Ermeni ve Süryani mahallelerindeki tanıdık dost-akraba yüzleri hiç unutmadı. Küçük ve büyük bayramda yapılan çörekler, sonra topluca sabahın erken saatlerinde tutulan kilise yolları… Hatun Mayrig’in yaşamının büyük bir bölümü Diyarbakır’da, Xançepek’te geçti. Çocuklarının İstanbul’a gitme tercihi ve onların özlemi olmasaydı, bir gün için bile olsa ne İstanbul’a ne de Fransa’ya yolu düşmezdi.
Hatun Mayrig gururla “Bışerili” olduğunu söylerdi. Asla unutamadı annesi Maryam’ı. Annesi ise boş yere Diyarbakır sokaklarında aradı katledilen amcalarını ve o da asla unutmadı gözleri önünde katledilen anne ve babasını. Kardeşinin ellerinden tutarak kaçmayı başardığında henüz on yaşındaydı. Der Zor çölleri Ermenilerin sırat köprüsü oldu. İlk sürgün topraklarıydı Suriye. Hatun Mayrig Fransa’da kapı komşusu Cezayirli Malika’yla Arapça konuştuğunda en çok merak edip ancak bir türlü soramadığı tek derdiydi Hatun Mayrig’in Arapçayı nerede öğrendiği. Nereden bilsin Cezayirli Malika, zavallı Diyarbakırlı Hatun Mayrig’in başına nelerin geldiğini.
Ermenilerdir, Kürtlerden sonra Kürtçeyi en çok bilen halk. Keza yine Ermenilerdir Araplardan sonra en çok Arapçayı bilen halk. Ne Kürt enstitüsü ne de Arap filoloji bölümü olmadı Hatun Mayrigin yaşamında. Doğduğu topraklarda öğrendi Kürtçeyi, sürgün topraklarında öğrendi Arapçayı. Tıpkı diğer Haylar gibi.
Diyarbakırlı Hatun Mayrig’in, Liceli terzi Anto’nun Fransa’da işleri ne? Okunuşu ve telaffuzu zor Fransız mezarlıklarında Dikranagerd’li Hatun’un, Maryam’ın, Liceli Anto Alan’ın, Bişerili Zakar’ın ve sayısız Ermeni’nin işi ne? Hangi zulüm rüzgârı, hangi sürgün yeli onları buralara kadar sürükledi. Neydi bu suçsuz ve günahsız zavallı insanların suçu?
Dikranagerd nerede, Fransa nerede? Kim bu mazlum ve mağrur bakışlı zararsız insanları sürgüne yolladı? İsimsiz mezarlıklar içinde anılarıyla yalnız başlarına gömülmelerine sebep olan kim? Bu nasıl kabulü ve yanıtı olmayan bir tercihtir, Allahım!
HATUN DEMİRCİOĞLU (... - 2011) Her resim uzak bir zaman dilimini çizer. Çizili resme bakılınca sadece bir fotoğraf karesi gibi görülür ve düşünülür. O resme yaklaşılınca arkada saklı olan, anlatılamayan, dile gelmeyen koca bir tarih ve derin yaşanmışlıklar görülmeye başlanır. Okununca yaşlı bir kadının ölüm ilanı, “yaşlı bir insandı” denilerek, duygu tesellisi bulunmaya çalışılır. Böylece vicdan acıları azaltılmaya çalışılır. Ölenin yaşlı olmasından dolayı aranan teselli gerçekliğin duygusu olamaz. Bütün bunlar kocaman birer yanılgı ve yanılsamadır. Unutmamak gerekir ki “Her ölüm erkendir.” Ayrıca her ölüm bir özeleştiridir. Bana bak, sadece görünen yaşlı yüzüme bakarak değil, görünmeyen resmime bak. Sadece anlaşılan yanlarımı değil, anlaşılamayan yanlarımı anlamaya çalış. Yüzüme doğru bak ve beni doğru anla. Resimdeki yaşlı görüntüme bakarak, kendini avutarak, rahat bir nefes alma! Beni Ermeni tarihiyle, yaptıklarımla geride bıraktıklarımla, katliam ve kıyım acılarımla anla. Diyarbakır topraklarında yarattığım, geride bırakarak, sonra da dönüp bakma cesareti bulamadığım, sürgün resmimle anla beni. Okul yüzü görmemiş cahil halimle, nedenlerini asla okul kitaplarında bulamayacağın, doğum tarihimi bilmez halimle anla beni. Katliam acısı üzerine çökerek siyahlaşan 6-7 Eylül’le ve buldozer gibi yakıp yıkan 12 Eylül’le anla beni. Beni tarihle, çektiklerimle anla. Beni annelik duygularımla, sevgi dolu çocuk yüreğimle anla.
Bana resmimdeki bir anlık yaşlı halimle ya da ölüm tarihimle değil. Anne yüreğimle tanrıya olan inancımla, dudaklarımda eksik etmediğim dualarımla, saklamayı başardığım Ermeni kimliğimle anla ve unutma beni.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder